31 Mayıs 2012 Perşembe

Dünyanın Bütün Muhafazakarları Birleşin, Kaybedecek Çok Şeyiniz Var!

Malum ülkemizin gündemi bir ergen psikolojisinden hızlı değişiyor. Yeni gündemimiz ise Başbakanımızın "Her kürtaj bir Uluderedir" sözleriyle başlayan, kürtaj ve sezaryen tartışması. Kürtaj konusunun eninde sonunda bir yerden çıkacağını biliyordum. Acaba ne zaman el atacaklar diye bekliyordum ki geç bile kaldılar. Biliyorsunuz muhafazakarların el atmayı en çok sevdiği yer orasıdır. Yani kadın cinsel organı. Oraya el atmaya bayılıyorlar nedense. Acaba neden dünyanın çeşitli uluslarına, devletlerine, ırklarına, artık kendilerini nasıl ayırıyorlarsa işte, mensup insanlar, muhafazakar insanlar,her konuda birbirlerini yerken, ikide bir savaşlar çıkarıp, kendilerinden olmayanın ırklarına, milletlerine küfür ederken, söz konusu kürtaj olunca böyle birleşiyorlar? Ben evrensel düşünen bir muhafazakar görmedim hiç, ama kürtajdan bahsediyorsak bir anda hepsi küresel muhalifleri bile kıskandıracak bir bağlılıkla kenetleniyorlar. Bunu her millet, tarihi bir komplo teorisiyle açıklıyor; "nüfusumuzun artmasını istemiyorlar". Peki kim istemiyor? Dış mihraklar, dış güçler, kökü dışarda bazı tertipler. Bakın yine karşımıza çıktı dış mihraklar. O zaman milletçe birlik ve beraberliğe ihtiyacımız olan günler de yakındır.
Neyse konuyu dağıtmayalım, kadın bedeni hakkında neredeyse kadının varoluşundan beri hak iddia eden bu adamlar, acaba neden delice nüfusumuzun artmasını istiyorlar. Gerçekten kürtajı cinayet gibi görüp, iman sahibi insanlar oldukları için, vicdanları mı kaldırmıyor. O zaman hamile bir kadının karnını tekmeleyerek çocuğunu düşürmesine sebep olan polise ne oldu acaba? Sayın muhafazakarlarımız, vicdan sahiplerimiz nasıl cezalandırdı bu adamı. Cinayetle mi yargıladılar. Sanmıyorum. Asıl mesele şu; doğurun kardeşim, kadınsın sen, doğanın çocuk fabrikasısın, üremek dışında bir misyonun, hakkın yoktur. Dünyaya geldiysen bize çocuk doğurmak için geldin, evinde oturup en az 3 tane doğuracaksın, çünkü birinci vazifen budur. Babasının kim olduğu, isteyip istemediğin, bakıp bakamayacağın hiç mühim değil, ister psikopat bir sapığın, ister bir akrabanın tecavüzüne uğramış ol, ister seni her gün döven kocandan belki boşanmak istediğin kocandan hamile ol yeter ki doğur. Bakama o çocuklara, eğiteme, sal sokağa ya da ver bize yetiştirelim, dindar yapalım, bizim fabrikalarımızda çalışsınlar, tarlalarımızı sürsünler, konaklarımızda hizmetçi, gemilerimizde tayfa olsunlar, madenlerimizde gün yüzü görmeden çalışsınlar, 10 verip bir alıp şükretsinler, ne de olsa dindarlar. Asker olsunlar sonra, savaşlara gönderelim onları, Kore' de ölsünler, Amerikan yardımları karşılığında kan verecek adam lazım, vatansever olsunlar, dağlarda bin yıldır aynı ülkede yaşadıkları kardeşleriyle birbirlerini vursunlar, ismini bile duymakdıkları yerlerde ölüp gitsin gencecik insanlar. Daha çok doğurun, daha çok ölsünler. Bunların hiçbiri cinayet değildir...
Sabah gazetede böyle bir haber gördüm, tecavüzcüsünü öldürsün demiş genç bir doktor hanım, kürtaj yaptıracağına, ikisi de cinayettir buyurmuş. Buradan tıklayıp, görebilirsiniz haberi.. Peki sayın kürtaj karşıtları, cinayete o kadar karşısınız, adeta Müslüm Baba gibi; "adam dövmeye, öldürmeye evet ama cinayete hayır" diyorsanız. Bu ülkenin tersanelerinde, maden ocaklarında, kot kumlama atölyelerinde onca insan ölürken, ölmeye devam ederken neredeydiniz. Ben söyleyeyim, onlar bu işin doğasında var diyordunuz. Hey gidi hümanizm anıtları sizi. Yukarıdaki beyanatı veren bir kadın, bir doktor, kürtajın bir kadın için yaratacağı travmayı en iyi bilecek insan, bunu bir kadının hobi olarak ya da doğum kontrol yöntemi olarak zaten yapmayacağını en iyi bilecek kişilerden biri. Ama her zaman olduğu gibi bu konuda sözü yine erkekler ya da erkekleşmiş, köle olmuş kadınlar söylüyor. Onlar da erkek gibi konuştukları için söyleyebiliyorlar.
Şimdi öldürmeyin o muhtemel çocuklarınızı, hele bir doğsunlar, büyüsünler, hizmet versinler, çalışsınlar bizim çocuklarımızın istemediği işlerde, sömürelim daha çok, kanlarını emdirsinler, asker olsunlar, şehit olsunlar, gazi olsunlar, çocuk doğursunlar yine bizim için, emekliliklerini görecek kadar yaşayabilirlerse memleketlerine sıvasız bir ev yaptırsınlar, yaşamanın da ölmenin de bize uygun bir yolu mutlaka bulunur...

18 Mayıs 2012 Cuma

Kız Meselesi

Yıllar önce Ankara'da, hem çalıştığım, hem okuduğum hem de yazdığım, yalan dünya senden bezdiğim günlerdi. Cebeci de bi bahçe katında, eve hiç gelmeyen ev arkadaşımla yaşıyor, gün boyu resim yapıyor, film izliyor ve evden sadece piliç çevirme ile film almak için çıkıyordum. Okulda bana bu imkanlar sağlanmadığı için gitmeyi pek tercih etmiyordum. İş yeriyle zaten part-time olan ilişkilerim yeni müdürün kariyer planlarına kurban gitmiş, işimden de olmuştum. Yine piliç çevirme ve film almak için çıktığım o sıradan serin Ankara akşamında da her zamanki gibi küçük planlar yaparak Yüksel Caddesine doğru ilerliyordum. Üstgeçitten sonra bi sigara yakarım, köşedeki büfeden tadelle alırım, bankta biraz otururum diye düşünerek yolu eğlenceli hale getirmeye çalışıyordum. Yalnızlık zor iş, insanın kendini oyalaması daha zor, çünkü kendini oyalamak için yaptığın planları, küçük oyunları zaten biliyorsun. Ama bunu sürekli yaparsan bi süre sonra alışıp, amacına ulaşıyorsun. Aslında amacım, hepi topu 10 dakika olan yürüme mesafesinin nasıl bittiğini anlamama hissine ulaşmaktı. Bir anda kendimi cd , mp3, prograaam diye bağıran adamların yanında bulmuştum. Oysa bir saniye önce evden çıkmış, mahallemizin köpeği dost tarafından henüz kovalanmıştım. Tezgahtaki cd'lere bakarken birden tanıdık bi ses duydum. Hemen sağıma dönüp baktığımda beraber kovulduğumuz, iş yerinde javacı eleman diye bilinen, ismini hiç öğrenemediğim o arkadaşımı gördüm.
- Ooo merhaba Avni nasılsın ya, napıyorsun?
İyiyim valla sağol sen nasılsın neler yapıyorsun, dedim. İsmini hatırlayamadığım, daha doğrusu hiç öğrenemediğim için, adıyla hitap edememiştim. Herhalde bundan olacak, o çok samimi girişten sonra ilgisizce, "iyiyim film bakıyorum benim kıza" dedi ve tezgaha doğru eğildi. Kısa bir bekleyişten sonra filmleri karıştırmaya başladı ve "benim kız dediysem, Ayşe " dedi. Ayşe ismini duyduğumda bana bu gereksiz bilginin neden verildiğini anladım. Hangi Ayşe olduğuna ismi söylemeden önceki 2-3 saniyelik kısa bekleyişte karar vermiştim. Mutlaka o Ayşe'ydi. Biz aynı yerde çalışırken işe giren, yaklaşık 15 adamdan oluşan şirketimizdeki herkesin ilgisine mazhar olmuş bir hanım kızcağızdı. Herkesin uyduruk bahanelerle bir şeyler sorduğu, işi öğrenmesi için seferber olduğu Ayşe.
- Hatırladın mı, bizim iş yerindeki Ayşe?
- Hatırlamadım ya, kimdi Ayşe?
- Kardeş nasıl hatırlamıyorsun ya, hani bizden hemen sonra girmişti işe, tasarımcıydı.
Kardeş, demek ki bana kızmıştı. Kardeş sözü bir öfkelenme ünlemiydi. Neden böyle yaptığımı bilmiyorum. Aslında biliyorum, böyle günlük herhangi bir sıradan karşılaşmayı bile satranç maçı haline getiren insanlardan daralmıştım. Bir kaç cümle önceden stratejiler geliştirmeye başlayıp, konuyu istediği yere getirmeye çalışan insanlar, alt metinde kendini överek tamamen başka bir şey anlatıyormuş kisvesine bürünen insanlar, sana bişeyler anlatıyormuş ayağı yapıp derdi kendi karın ağrısını anlatanlar, hep ilgimi çekmiştir. "Yalan söyleyenleri dinlemeyi severim, çünkü olmak istedikleri kişiyi anlatırlar" sözünü Yusuf Atılgan dememiş olsa, ben derdim. altına imzamı atardım ama bişeyin altına imza atmaya hep çekinirim. O akşam da epeydir olduğu gibi havamda değildim, bir an önce piliç çevirmeme kavuşup, filmimi izlemek istiyordum.
- Ee napıyorsun iş güç ne alemde başladın mı bi yere?
Bunu sormasının sebebi Ayşe'yi hatırlamamış olmamdı. Bu seferde başka bir strateji deniyordu. "Yok, işsizim hala, iş aramıyorum zaten, okulla ilgilenmem lazım bu ara çok boşladım" dedim. "Ben yeni bi yerde başladım, tasarım müdürü oldum" dedi. Muhtemelen aynı işi yapıyordu başka bir ajansta ama sonuna müdür eklediğinde önemli görüneceğini düşünmüş olmalıydı. O anda müdürün suratına baktım, konuşurken bunu çok yapamadığım için aceleyle göz gezdirdim. Sarı geriye doğru taranmış saçları ve kırmızı suratının ortasında daha da kırmızı terli, büyük burnunu farkettim. Ancak böyle tipik taşralı suratına sahip biri, köylü çocuğu yüzü, kavrukluğu ne yaparsa yapsın gitmeyen biri, sonuna müdür eklediği işiyle beni ezmeye çalışabilir, bak ben de kız tavladım, benim de sevgilim var diye övünebilirdi. Çünkü müdür doğanlardan, imtiyazlı doğanlardan, daha kreşte, anaokulunda kızlarla flört etmeye başlayan adamlardan değildi. Onlara benzemeye çalıştığı için kızdım, ama benzemediği için de sevindim. Şimdi bana bu hissi sadece şarkıcı Hadise veriyor. O da aynı bizim bu müdür gibi, pop yıldızı olmuş, ünlü bir şarkıcı olmuş ama ne yaparsa yapsın, o kavruk suratı yüzünden sanki bir anda türkü söylemeye başlayacakmış gibi görünüyor. "Tasarım müdürü, ooo süper ya" dedim. Filmin parasını ödeyip, bozuk çıkarsa değiştirme sözünü de aldıktan sonra eve doğru yola koyuldum. yol boyunca dönüp dönüp arkama baktım beni takip ediyor mu diye. Eve gelip piliç çevirmemi bir çırpıda yedim. Önceki günden kalan biramı açıp, aldığım filmi izleyerek uyumaktı planım. Sızmışım...
Omzumda bir elle uyandım birden, sağ omzumu kemikli bir el sıkıyordu, korku ve acıyla döndüğümde onu gördüm. "Seni takip ettim" dedi.
- Lan napıyorsun manyak mısın?
- Demek hatırlamıyorsun Ayşe'yi, yalan söyleme, sen de hastaydın ona şirketteki herkes gibi, ama benim oldu, ben tavladım lan!
- Ben ne hasta olucam Ayşe' ye ya, hasta masta değildim, benim hayatımda biri var zaten, lan sen benim evime girdin bi de beni sorguya mı çekiyorsun. Başlatma Ayşene mayşene!
Omzumdaki el daha da güçlü sıkmaya başladı, felç olmuş gibiydim, birden kelebek diye tabir edilen bıçaklardan çıkardı ve göğsüme dayadı, "hatırlayacaksın" dedi.
Tamam hatırlıyorum, dedim korkuyla;
- Evet biraz da beğeniyordum Ayşe'yi. Kıskandım seni o yüzden böyle davrandım.
- Şöyle yola gel, peki müdürlüğüme niye bişey demedin?
- Ben pek inanmadım da, ne bilim atıyorsun sandım.Hem tasarım müdürü diye bişeyi de ilk kez duydum.
- İnanacaksın!
Bıçağı göğsümde gezdirmeye başladı. "Tamam inandım lan, bırak beni lütfen" dedim. Sondaki lütfen belli belirsiz çıktı. Duymamıştır inşallah diye düşündüm. Hem korkuyor hem de erkekliğe bok sürmemeye çalışıyordum. Biramdan bir iki yudum aldıktan sonra, bıçağı göğsüme bastırmaya başladı. Eline yapışıp bırak benii, bırak diye bağırarak uyandım. Sağıma soluma baktım, kimse yoktu. Rüyaydı, göğsümün altında bira şişesinin kapağını buldum. Bıçak gibi batan oydu demek ki. Doğruldum, filmin sonunu hatırlamadığımı farkettim, bilgisayarı kapattım, mutfağı, diğer odaları, banyoyu kontrol ettim. Biri var mı diye bakıyordum. Otomatik Portakalı izlerken uyuyakalmıştım. Filmin etkisiyle görmüştüm o rüyayı. Şimdi taşlar yerine oturuyordu. Korkum geçti bi anda. Zaten bıçağı da alıyordum elinden, bişey yapamazdı bana. Bi sigara içip yattım, sızmışım...

8 Mayıs 2012 Salı

Dev Öykü: Sana Demedim Erol

"Kaptan durağı geçtin, hop kaptan!" diye gürledi personeldeki Şakir Bey, servisin şoförü bir anda frene abanınca iki parmağının arasında tuttuğu mp3 player elinden fırladı.Cık cık cık sesleri korosuna bir iki belli belirsiz cıkla katıldı. Hızlıca ayağa kalkıp dikiz aynasından göz göze geldiği şoföre ters ters baktı, fakat bu bakış en fazla 3 saniye sürdü, bakışı uzatırsa gergin olan şoförden azar işitebilr, rezil olabilirdi. Zaten yeterince artistlik de yapmış, arka beşlide en sağda oturan Esra Hanımla da göz göze gelerek havasını da atmıştı. Hemen kapıya yöneldi, Şakir Bey'in inmesini bekledi ama, inen Şakir tekrar minibüse çıkarak şoföre "seni şikayet edicem, hergün böyle" dedi.
-Tamam Şakir abi mevzu yapmaya değmez dalgındı heralde.
-Olur mu Erolcum ya bunlar hep böyle, senin gibi genç olucam ki verirdim tokadı şimdi.
Bok tokatlarsın dedi içinden, güya bana zarf atıyor teres, ne uğraşıcam lan kavgayla dövüşle...
-Abi değmez, uysan her gün kavga edersin burda, millet delirmiş zaten, hadi iyi akşamlar.
Doğruca büfeye yöneldi. Hemen telefonu da çıkarıp, rehberden @Askım'ı bulup, yeşil ahizeye bastı.
-Alo Selen aşkım bişey lazım mı evimize, ne alayım büfedeyim?
"Biymiyoyum aşkısı, isteysen ekmek al, evde mamamız vay" dedi bebek sesiyle karısı. Sanki bi insanın son sözleri gibi döküldü ağzından "olur aşkım".
-Efendim abi?
-Sana demedim, bi kısa marlboro layt, bi de ekmek aldım hocam.
Kapıyı anahtarla açıp içeri girdi, elindeki ekmeği mutfağa bırakıp, salona geçtiğinde, Selen her zamanki gibi bilgisayarın başında oturuyordu. Ben geldim bebeğim diyerek yanına yaklaşırken göz ucuyla da monitöre baktı. Selen ikisinin ortak Facebook hesabı olan Erol Selen Yiğitoğlu ismiyle Yazlık Günleri adını verdiği bir albüme fotoğraf yüklüyordu. "Bak aşkım Gümbetteki fotolarımızı yüklüyorum" dedi Selen. Tatil fotosu diye ne kadar bikinili mayolu, kıç baş ortada fotoğraf varsa eklemişti. "Keşke bunları koymasaydın bebeğim" dedi, ama o kadar sessiz demişti ki kendisi bile duymadı. Bi daha yüksek sesle tekrarladı.
-Ne o kıskanıyor musun yoksa koca bebek, biz evliyiz aşkitom, ne olucak hem kim görecek ki, bizimkiler baksın diye yüklüyorum.
O ara Selen'i izlerken gözü evlilik albümlerine takıldı, "Ve Mutlu Son" adlı albümde 123 fotoğraf görünüyordu. Bunların en az 100 ü sadece Selen'in fotoğraflarıydı. Geriye kalanlar da ikisinin gelinlik ve damatlıkla yapışık halde çektirdikleri resimler. Selen adeta, savaş meydanını gezen bir komutan edasıyla fethettiği toprakları selamlıyordu bu resimlerde. Selen'in üniversiteden ve iş yerinden arkadaşları, canım maşallah nazar değmesin, canım çok güzel çıkmışsın, enişte çok şanslı gibi yorumlar yazmış, Selen hepsine aynı gururla, canım bebeim sgl, darısı başına yazmıştı. Şimdi de balayındayken, bronzlaşmaktan arap testisine döndükleri, suda bilimum şebeklikler ederken, birbirlerine hava atmak için şezlongta kitap okurken çekindikleri o resimleri halka arz ediyordu.
Nasıl bu hale gelmişti herşey?
Üniversiteyi bitirip, iki sene eşşek gibi KPSS'ye çalışmış, 94 alınca da o yöresel milletvekili senin, bu akraba genel müdür benim torpil arayarak sonunda kapağı devlete atmıştı. Selen de kendisiyle aynı dönem işe başlayanlardandı. Sürekli döpyes giymesiyle dikkatini çekmişti Selen, gözlerini Selen'den alamıyordu. Kolejde okumuş, muhtemelen de torpille işe girmiş biriydi Selen, sürekli hafta sonu ne kadar eğlendiklerinden bahsediyor, yurt dışında çektiği resimleri millete gösteriyordu. Nihayet bir arkadaş vasıtasıyla, iş yerinden oda arkadaşı Alper'in yeni aldığı arabasında Bilkent'te süper bir köfteci varmış diye gittikleri bir öğle yemeğinde tanışmışlardı. İş yerindeki diğer çalışanların ne kadar yalaka olduğu, az çalıştıkları, kendilerinin sürekli iyi niyetli davrandıkları, yazın izin zamanları gibi konulardan bahsederken Selen'le mesajlaşırken bulmuştu kendini. Üniversitedeyken bi kere kız arkadaşı olmuş, onun da niyetinin ders notlarını almak olduğunu anlayınca çok kalbi kırılmıştı. Gerçi dersten geçince onu terketmeseydi affetmeye hazırdı ama olmamıştı, Selen'e tüm bunlardan, "kısaca yürümedi" diye bahsetmişti. Selen ise feleğin çemberinden geçmiş gibi duruyordu ona göre. Bu konu sevgiliyken bir kere açılmış, Selen hayatında ondan önce yalnızca Bora diye biri olduğunu, onunla da evlilikten döndüklerini anlatmıştı. Üç ay gibi kısa sürede kendini Selen'in kendisine Eröl diyen annesi ve bir doktorla evli olduğunu her fırsatta dile getiren ablası ile mobilya bakarken bulmuştu.
Şöyle odaya dönüp bir baktı, elini sigarasına götürecek gibi oldu ama sonra Selen'le perdeler sararmasın diye aldıkları odada sigara içmeme kararını hatırladı, Selen zaten tek tük sigara içtiği için bu karar daha çok o ve şimdiye kadar yalnızca iki kere gelen babası için alınmıştı. Demek ki böyle bir evde yaşlanacağım diye düşündü. Kira vereceğinize ev alın biz de yardımcı oluruz diye gaza getiren aileleri, sonradan çark etmiş ve böylece ancak 20 yıl sonra sahibi olacakları bu evi satın almışlardı. Birlikte yaşlanacağımız yer diyordu Selen evlerine, her böyle deyişinde ürperiyor ama "evet aşkım" diye onaylıyordu. ikea'dan eşşek yüküyle para verip aldıkları oturma grubuna uzanıp 106 ekran plasma tv de her akşam dizi izliyorlardı. Evlenmeden önce sahaflarda dolaşarak kitap arayan, Oğuz Atay'ı , Yusuf Atılgan'ı ağzından düşürmeyen Selen, o kadar özenerek hazırladıkları kütüphanenin yüzüne bile bakmıyor, haftalardır elinde bir Elif Şafak kitabı, bi de aromalı kahve kupasıyla geziyordu. Selen sabahları kahve içmeden kendine gelemediğinden Selen'e uymak için midesini delme pahasına kahve içiyordu
-Ceketini ordan alır mısın Erol, akşama Onurlar gelicek...
Bişey demedi, kravatını çıkarmaya çalışarak uzanıp ceketi aldı. Sehpanın üstünde sanki hep ordaymış hissi vermek için özensizce yerleştirilmiş dekorasyon dergilerinden ve tertemiz mutfaktan anlamalıydım diye düşündü. Arabayı alıp bugün o yüzden erken gelmişti eve. Yoksa masraf olmasın diye arabayı pazartesi sabahı işe giderken alıyorlar, cuma akşamı dönerken de eve getiriyorlardı.
-Hayırdır aşkım Onurlar oturmaya mı geliyor, yoksa bi işlerimi varmış?
-Film izlicez ya sözleşmiştik, hafta sonu Beril'in misafirleri varmış, bizde bu akşam yapalım dedik.
-Öyle mi hangi filmi izlicez peki?
-İtörnılı izleyelim diyorum aşkım, gerçi karar veririz hep birlikte ama.
Boku yedim diye düşündü, itörnıl dediği, Eternal Sunshine of the Spotless Mind isimli filmdi ve daha önce, biri beraber bir battaniyeye sarılarak olmak üzere, iki kere izlemişti. Ama bu filmi onlardan önce izlediklerinin belli olması için şimdi Onur ve karısıyla bir kere daha izlenecekti. Onur, Selen'in üniversiteden arkadaşıydı, kadınlar kıskanç olduğu için erkeklerle daha iyi anlaştığını iddia ediyordu Selen, Onur da kankasıydı. Bir bankada uzman yardımcısıydı, bir araya gelince, sürekli olarak, manuel ve otomatik arabaların birbirlerine göre avantaj ve dezavantajlarını, ne iyi edip ev aldıklarını ve eğer karıları yanlarında yoksa iş yerinde Onur'un tabiriyle "çıtlatmalık hatunları" konuşuyorlardı. Onur'un karısı yanlarında ise kamu kurumlarının açtığı sınavlardan ve eşin dostun aldığı KPSS puanlarından başka bişeyden bahsetmeye imkan yoktu. Sürekli Onur'un işlerinin yoğunluğundan ve bunların üstesinden nasıl zekice geldiğinden bahsediyordu bir de karısı. Selen ise kocasının pratik zekasından ince ince alay ediyormuş gibi yaparak söz edip, "ehe ehe mühendis kafası işte" diyerek mühendisliğine vurgu yapıyordu. Bu çok hoşuna gitse de yılların çakalı olduğu belli olan Onur'la böyle bir rekabete girmek istemiyor, Selen'i mütevazilik yapıyormuş gibi susturuyordu.
"Aşkım sana polodan aldığım o gömleği giysene bu akşam" dedi Selen. Karısının kendisini babası gibi giydirme çabasından bunalmıştı. Ayrıca o gömlek bayramlık gibi davrandığı bir gömlekti ve evde giyerek ziyan etmek istemiyordu. Ama zengin çocuğu olan Selen'in bunu anlamasına imkan yoktu. Hem evde pijamayla oturulurdu, misafir geldiyse eğer, spora gitmek için aldığı ama bi kaç kere ancak giydiği fışırdayan eşofmanları ne güne duruyordu. Bu düşüncelerle banyoya gitti. Yüzünü yıkarken, aynada kendine baktı, kaşlarını çatıp, öfkeli durmaya çalıştı. "Keşke bugün servis şöförüne ben çıkışsaydım, nasıl bişey diyemedim, sümsük gibi kaldım öyle".
-Kaptan hooop, durağı geçtin kaptan!
-Efendim aşkım?
-Sana demedim, gömleğim nerde aşkım?...